14 Aralık 2009

İstanbul İstanbul

Nasıl anlatsam...
Nerden başlasam...
İstanbul İstanbul

En son şubat ayında giriş yapmışım bloguma. Bu zaman zarfında öyle çok şey geçti ki hayatımdan: özetle İzmir'den taşındım, askerlik bitti ve sonrasında İstanbul'a taşınıp burada çalışmaya başladım.

Hayat aslında beklediğim gibi gelişiyor. Her şey mükemmel değil, tam da beklediğim gibi gözüküyor ve yavaş yavaş diğer hedeflere geliyor sıra: (yazının bodoslama olması durumu var evet)

-yurt dışı deneyimi (fırsat bulunca ilk işim bu olacak)
-MBA
-Staj / SMMM
-boş zaman yaratıp müzik yaşamımı yeniden harekete geçirmem lazım
-onlarca arkadaşım ile aynı kentte yaşamama rağmen henüz çok azı ile iletişim kurabildim. onları ihmal etmemem lazım
-hala bu şirkette öğreneceğim çok şey var
-istanbul'da öğreneceğim çok şey var

askerden önce izmir'de hayat o kadar boş ve anlamsız gözüküyordu ki... şimdi yukarıdaki gibi kabataslak bir listeyi 2 dakikada çıkarabiliyorum. demek ki tercih doğru.

şimdi yaşama ve tecrübe edinme zamanı. tecrübe edindikçe ve yaşadıkça bunları birer birer yazacağım.

sevgiler...

12 Şubat 2009

Stad ve Maç İzlenimleri



"İzmir Atatürk Stadı'nda maç izlemedim" demem artık. Burada 2,5 yıldan daha uzun bir zamandır yaşıyorum; ama çok da keyif vermediğini bildiğim Atatürk stadında maç izlemeye gitmemiştim. Haklıymışım... 11.02.2009 / Türkiye - Fildişi Sahili maçı da benim açımdan çok da keyifli geçmedi. Bunun bence en önemli nedeni maçın oynandığı İzmir Atatürk Stadyumu. Bu yazıya da stad ile ilgili izlenimlerimi paylaşarak başlıyorum.

Stadyuma metro ile Halkapınar veya Stadyum durağında inip 10 dk. mesafeli bir yürüyüş sonrası rahatlıkla ulaşılabiliyor. Dolayısıyla İzmir'in metroya ulaşımı olan her semti, trafiğe takılmadan rahatlıkla maçlara gidebilme olanağına sahip. Maçlara diyorum çünkü Halkapınar Kapalı Spor Salonu ile İzmir Atatürk Stadyumu yan yana; bu İzmir için gerçekten güzel düşünülmüş bir metro hattının ve planlamanın sonucu. Dünkü maçta da gerek kentin futbol hasreti, gerek ulaşım kolaylığı stadın tam kapasiteye yakın dolulukta olmasının en önemli sebepleriydi.

Malesef konum ve ulaşım olanakları konusundaki beğenimi stadyumun mimari yapısı hakkında tekrarlayamayacağım. (Bu arada stadın tarihçesini pas geçiyorum, dileyenler vikipedi'nin ilgili sayfasından bu bilgileri edinebilir http://tr.wikipedia.org/wiki/İzmir_Atatürk_Stadyumu) Dış kapıdan başlayarak maç sonuna kadar gözüme batan eksiklik ve problemleri listelemek istiyorum:
-Maç öncesi biletlerde yazan rakam ve harf kombinasyonu stad konusunda bilgi sahibi olmayanlar için oldukça ciddi problem yaratıyor. İlk defa bu stada giden birisi olarak açıkcası bu konudaki yönlendirmeleri eksik buldum. Herkes doğru kapıdan kuyruğa girip girmediğini anlayabilmek için birbirine soruyordu. Ortada dolanan bir kaç görevli de bilette yazan kapıyı bulma konusunda pek yardımcı olamıyor diyebilirim.
-Sırada çok fazla beklemesem de ilk şok etkisini bilet kontrolü yapan görevlinin "dilediğim herhangi bir koltuğa oturabileceğimi" söylediğinde yaşadım. (Ne var bunda diyebilirsiniz, 58,000 kişilik bir stadın kapalı tribününde "herhangi" bir yer eğer son 20 dakikada stada girmeye kalksaydım muhtemelen kapalı tribünün yağmur alan bir bölümü olacaktı.) İşin garip tarafı, stadda yapılan bir anonsta herkesin biletlerinde yazan koltuklarında oturması gerektiğini söylediler. Hatta bilette yazan numarada bir başkası oturuyorsa güvenlik görevlilerine haber verilmesi gerektiğini bile iddia ettiler. Tabi kimse umursamadı diyebilirim.
-Güvenlik görevlileri demişken, görevlilere "merdivenlere kimseyi oturtmayın" talimatı verilmiş herhalde. Maç başlamadan bu kuralı gayet güzel uygulamayı başaran görevlilerin, maç başladıktan sonra merdivenlerin en üst kısmına oturduklarını görüp "yuh" dedim (içimden). Bundan sonra da imam cemaat ilişkisi gereği merdivenler maçın 10. dakikasından sonra tribüne döndü, yağmurdan kaçan izleyiciler de bu fırsatı kaçırmadı ve merdivenleri iki sıra halinde doldurdu. Hani merdivenler boş bırakılıyordu, bunlar nasıl kurallar ki 5 dakikada tersine dönüveriyor!
-Dün yağmur altında stadın büyük çoğunluğu şemsiyeleri eşliğinde maç izledi. Hazırlıksız yakalananlar da vardı tabi, ki onlar için de işportacılar 1 liraya naylon yağmurluk satıyordu. Kapalı tribün de yağmurdan korunmak için en ideal yollardan biriydi ancak bu noktada da stadın mimari yapısıyla ilgili bambaşka bir problem var: merak ediyorum hangi anlayış kapalı tribünün sadece yarısını (yani üst bölümünü) çatı ile kapatırken altta kalan kısmını açıkta bırakır? Yani paranız mı yetmedi tümünü kapatmaya anlamadım! Yarı kapalı tribünün çatı ile kaplı bölümünde maç izleme olanağım olduğu için şanslıyım; aşağıda izleyenlerden ise sadece şemsiyesi olanlar şanslı. Zaten çatının bittiği noktadan, tam o kısmın altında kalan seyircilerin üstüne yağmur suyu damlıyordu.
-Yine kapalı tribünde maç izlerken çatıyı taşıyan kolonları izlemek zorunda bırakılmamız da stadın bir diğer bayıldığım yönüydü. Özellikle maçın direğin arkasında kalan dilimlerinde, direğin ölü açısına maruz kalan herkesin eminim boyun kasları ağrımıştır!
-Atatürk Stadında maç izleyen her izleyicinin şikayet edebileceğine emin olduğum bir konu var: tribünler sahaya o derece uzak ki; ne maçı takip edebiliyorsunuz, ne de bir atmosferin içine girdiğinizi hissediyorsunuz! Artık Ş.Saraçoğlu gibi, yeni yapılan Kadir Has Stadyumu gibi tribünlerin oyuna doğrudan katılabileceği stadlarda futbol izlemek herkesin hakkı. Olimpiyat stadında futbol gerçekten tad vermiyor.
-Maç bitmeden herkesin gitmeye başlamasının bir anlamı olmalı derken çıkışta büyük bir kalabalığın ve stada giren otomobillerin aynı kapıyı ve yolu kullanarak dışarıya çıkmaya çalıştığını görünce, ve bütün bunların bir aracın geçeceği büyüklükte bir kapıdan yapılmak istendiğini anlayınca hayalkırıklığım kat be kat arttı. Çıkışta herkes birbirini ezerek, adeta hayvan gibi dışarıya taşmak zorunda kaldı.
-Ulaşım konusunda övgülerim maçtan sonra değişti diyebilirim zira birden maçtan çıkan binlerce kişiyi ne metro ağı, ne otobüsler ne de taksiler kaldırabildi. Trafik sıkışıklığından kaçmak için yürüyerek Halkapınar metro durağına gittiğimde yüzlerce insanın arasında sıkış tepiş yaklaşık 15 dakikalık bir bekleyişin ardından metroya binebildim. Bir diğer insanlık dışı görüntü de buydu...

Özetle, İzmir Atatürk Stadı uzun yıllar önce amaca hizmet etmiş, ancak artık futbol izlemek için yetersiz kaldığı aşikar bir yapı. Yukarıda tek tek saydığım etkenler sonucunda İzmir'de yapılacak herhangi bir futbol karşılaşmasını artık sadece televizyondan takip edeceğimi ve bir daha bu işkenceye katlanmayacağımı gönül rahatlığıyla söyleyebilirim.

Mahmut Özgener'in nerede okuduğumu hatırlamadığım yeni ve modern bir stadyum müjdesi vardı, İzmir için böyle bir stad gerçekten gerekli fikrimce!

Maç için de bir kaç cümle yazayım. Milli takım performansı itibariyle hazırlık maçından beklendiği gibiydi, oyuncuların konsantrasyonu da bir hazırlık maçı konsantrasyonu şeklindeydi. İspanya maçına farklı bir gözle bakacaklarını tahmin ediyorum. Zaten oyuncu değişiklikleriyle takımdaki eksik motivasyon hali tamamiyle yok oldu, orta saha topu ileriye taşıyamadı.

Gökhan Ünal'ın futbolunu daha önce bu kadar dikkatle incelememiştim. Trabzon'daki performansını devam ettirdiği sürece daha da göz önünde olacak. Topa hakimiyeti, fizik gücünü kullanışı ve göze hoş gelen futboluyla benim en beğendiğim futbolcuydu dünkü maçta.

Volkan Demirel kendisinden hata yapmasını bekleyenleri dün de yanıltmadı ve bir kaç topa boş çıktı, elinden kaçırdı vs. Artık alıştım kendisinin bu düzensiz performansına. Umarım bir gün düzelir.


Görüşmek üzere...

08 Şubat 2009

3 Büyük(!)ler


Turkcell Süper Lig 19. Haftası 3 büyüklerin skorları


Galatasaray 1-1 Kayserispor

Konyaspor 0-0 Beşiktaş

İstanbul B.B. 2-0 Fenerbahçe


Ligde ilk beş:


1-Sivasspor 41

2-Trabzonspor 41

3-Galatasaray 37

4-Beşiktaş 35

5-Fenerbahçe 34


Soda içiyorum ki gazımı alsın...


Fenerbahçe'nin oynadığı berbat futbol mu, yoksa gerçekten Abdullah Avcı'nın akıllıca kurduğu taktik mi? Ya Aragones'in oyuncu tercihleri?

Oyunun 44. dakikasında İBB'den Mahmut ikinci sarı karttan kırmızı kartla oyun dışında kaldığında tüm Fenerbahçeli taraftarlar gibi ben de Aragones'in forvet hattını ikileyip Deniz-Emre ikilisinden birini oyun dışına alacağı kanısındaydım.

Bir başka oyuncu değişikliği beklentim de vasat ve üretkenlikten yoksun futboluyla şutör(!) Vederson idi.

Devre arasında soluğu PES 2009'un başında alıp ikinci yarıya hazırlık yaptım. Become a legend modunda Semih'e gol pasını verip "man of the match" seçildim. Artık ikinci yarı fırtınalar estirecek takımımı izlemeye hazırdım.

İkinci yarı Olimpiyat Stadı'nın (ekşi sözlükte biri Zulümpiyat Stadı diye adlandırmış, çok hoşuma gitti) o eşsiz rüzgarı Fener'in istediği yönde esiyordu. Uğur Boral - Vederson değişikliği maça Vederson'un ilk 11de başlaması kadar anlamsızdı. Daha sonra Semih Şentürk tezahüratları arasında Aragones, Kazım ile yedek golcüyü ısınmaya gönderdi.

Komedya aslında Semih ve Kazım oyuna girerken Alex'in dışarıya çıkmasıyla başlamış, forveti ikilemesi beklenen Aragones Güiza'yı da sakatlığı gerekçesiyle kenara çekmişti. Kabus bu olmalıydı; Alex çıkarken kendi kendine neler söylüyordu kimbilir.

Nitekim İbrahim Akın değişikliğiyle ilk önce gol sinyali, sonra da golün kendisi geldi. Fenerbahçe için tarih tekerrür etmiş, İBB'ye Olimpiyat Stadı'nda bir kere daha boyun eğmişti...

Anlayamıyorum yahu...yenilen gollerde yan hakemler ofsaytı yakalayamamış olabilirler; ama sözde İspanyol ekolünün ayağa pas ve top kontrolü üzerine kurulu oyununu oynattığı iddiasında olan Aragones nasıl oluyor da birbirinden bu derece uzak bloklardan kurulu, orta sahası bu derece güçsüz, dikine oynamak adına sadece havadan pas yapmaya kalkan bir takım ile başarılı olmaya çalışıyor anlamıyorum. Perşembe günü Bursa'da izlediğim takım ile bu takım birbirine o kadar uzak ki!!!

Bu sene haftaya boynu bükük başlamaktan çok sıkıldım. Fenerbahçe bu hayata anlam katan en önemli şey şu anda ve o da baş aşağı gidiyor. Tamamiyle çaya sarılmaya başladım artık. Tadı tuzu kalmadı bu İzmir'in de.

Bitse de kurtulsam şuradan...Aragones'i suçlamayın, hepsi İzmir'in suçu!

22 Ocak 2009

Medya Üzerine




Selamlar,


Spor yazarlığı işi beni açan bir konu değil. Ama bazı zamanlar oluyor ki, söylemeden edemiyorum. Boyalı medyanın bir takımda veya bir futbolcunun futbol hayatında işlerin ters gitmesine duacı olmaları sinirimi son derece bozuyor. Bugün Lincoln'ün "Gazetecilerden sadece saygı bekliyorum. Bugüne kadar kimseyle mahkemelik olmadım, olmak da istemiyorum" diye yaptığı açıklama gerçekten artık onun da haddinden fazla yıprandığının (yıpratıldığının) göstergesi.

Geçmişte Mateja Kezman'ın kameralar karşısına geçip medyayla tüm ilişkisini bitirdiğini belirtmesi de aslında bundan farklı bir tepki değildi. Kezman da medya ile tüm ilişkisini yapılan zalimce eleştiriler dolayısıyla kestiğini açıklamış, ve bundan sonra kendisi hakkında yapılan tüm açıklamaların yalan olacağını ifade etmişti. Sanki yakın dönemde gönderileceği hissiyatına kapılmışcasına "Benim yaşadığım problemi Ortega, Anelka ve Van Hooijdonk da yaşadı" diye geçmişe atıfta bulunmuştu.

Futbolculuk hayatının fiziksel zorluklarını bir kenara bırakalım. Her futbolcu profesyonel olarak davranmak ve belli dozda eleştiriyi kaldırmak zorunda. Lincoln de kendisi hakkında her daim iyi şeyler yazılmasını istemediğini, ancak sadece gerçeklerin dile getirilmesi gerektiğini belirtmiş zaten.

Yahu düşünsenize; gazete başında dayayıp döşeyen, destekli atabilme yetisine sahip bir gazetecinin haberi onlarca kişinin gerçeğine dönüşüveriyor bir anda. Üstelik yapılan haberin yalan olduğunun anlaşılması bile o haberi yapan kimsenin saygınlığını azaltmıyor. Olan yine göz önünde bulunan futbolcuların ruh haline oluyor.

Kıymet bilmek ve yalan habere itibar etmemek gerekiyor. Her oyuncunun bazı dönemlerde kötü oynama hakkı olmalı, futbolcunun sadece iyi oynadığı dönemde destek çıkmak ise en kolayı.



Kezman'ın gidişine sebep belki tek forvet sisteminin adamı olmamasıydı; ama onun da moralman çöküşüne en büyük sebep üstüne fazla gidilmesiydi.


Keşke herkes Aragones kadar tecrübeli olsa da medya istediği kadar asparagas üretse. İlk yarıda Kayseri'ye 1-4 kaybedilen maçta yapılan "I Love You Zico" tezahüratlarını sorduklarında kurt hocanın yanıtı tecrübe göstergesiydi adeta: ''Bu konuda söyleyecek bir şey yok. İşler iyi gidince taraftar 'Seni seviyorum Aragones' diyecektir''.


Biz geride kalanların ardından bakmayı ve "kıymetini bilemedik" cümlesini severiz ne de olsa. Bakalım medya'nın bu seferki kurbanı kim olacak. Kimin kıymetini gönderince anlayacağız, var mı söylemek isteyen?

Aragones'i arayacak mıyız dersiniz 3 sene sonra?

16 Ocak 2009

The Rifles


"waitin' for the day u'r not lookin' for somethin' else..." (the great escape)

"...everything i wanna say never felt so wrong, and every hour in my day feels like a week!" (sometimes)

"you've got the voice and all the attention, but your head will pay your heart no attention" (sometimes)

"i am happy with sweet memories, so why do i wanna go and make more history?" (history)


bu sözlerin hepsi de The Rifles - The Great Escape albümünden. Albüm son zamanlarda dinlediğim en iyi indie örneklerinden biri. Herşeyden önce grubun bastığı notalar insana samimi bir hava yüklüyor. Albümü bir kaç defa daha dinledikçe yukarıdaki gibi cümle & cümleciklere takılıyor insanın aklı.
Bana göre bu yılın en iyi albümlerinden, hani neye göre kime göre demek isteyen olursa. Hatta tam "bana göre".


14 Ocak 2009

http://www.ntvspor.net/modules/Video/Video.asp?CatID=7&cbVideo=585&cbQuality=1

Memo ve Indiana Pacers'e attığı 43 sayının kısa bir videoda özeti var. Gurur duyduk lan!

Devam...

Daha önce defalarca denememe rağmen bir türlü günlük yazma işinde dikiş tutturamadım. Aslında her seferinde aklıma onlarca veya yüzlerce fikir düşse bile sadece en önemlilerini koruyabiliyorum belleğimde. Zaten en zayıf olduğum konudur, hatırlamam öyle kolay kolay. Dün ne yaptığımı unutmamalıyım diye yazmak istiyorum artık en azından.

Okunduğunu bilmek ayrıca haz veriyordur elbette, bunu en iyi futbol bloglarında gördüm. Kaldı ki bu blogları takip ederken de ayrıca bir haz duyuyorum. Hobisini, hayatını, fikirlerini yazıyor insanlar. Gayet samimi bir biçimde hem de.

Bu işin peşini bırakmayacağım, söz veriyorum. Kendime...

14 Ocak

Bir arkadaşımda gördüm bu mesajı: "...feels so numb: can't feel"

Anlamlı.

Evde oturmuş keyfini çıkarıyorum yalnızlığın. Saatlerdir çay içiyorum. Saat 9 buçuktan itibaren Avrupa Yakası'nın kalan kısmını izledim. Yeni bölümü yayınlamayacaklar sanıyordum. Demek ki ekonomik kriz nedeniyle 2 ay ara verdi geyikleri yalanmış.

Az önce de Fenerbahçe Erkek Voleybol takımının Cska Sofya'yı 3-2 yenerek Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek finale çıkma başarısını gösteren ilk Türk takımı olduğu haberini aldım. Eh bundan güzel haber yoktu bugün.

Devamı birazdan...
Powered By Blogger

İzleyiciler