13 Eylül 2010

Hayatımın on yılı ve bazı kırıntılar - 2

Kaldığım noktadan gidebileceğim kadar gitmeye çalışacağım bugün de...

Sıranın altına eğildiğimde gerçekten de beni küçük bir kağıt ve içinde bazı notlar bekliyordu. Neler yazdığını hatırlayabileceğimi sanmıyorum çünkü orada bu tanışma aşamasının devamı niteliğinde bazı cümleler yeralıyordu. Diyaloğun heyecan verici pek çok yanı vardı; mektubu bırakan kız beni tanımıyordu, ben de onu tanımıyordum. Ama bir şekilde bir ortak yanımız vardı, ve bu ortak yanı en olmayacak ortamda ve en olmayacak şekilde keşfediyorduk. Gizem her zaman çekicidir, özellikle de teenagersanız. Bunun farkında olduğumu sanmıyorum o dönemde, sadece şimdi o döneme dönüp baktığım zaman farkettiğim detaylar bunlar.

Mektuplaşmaların sonucunda bu kızı gerçekten yüzyüze tanımak istediğimi farketmiş ve ona en son bunu belirten bir not bırakmıştım. Ertesi gün günlerden Cuma idi ve sıramın altında son defa bulduğum bir notta şunlar yazılıydı: "Bu sabah ilk iki saat Beden Eğitimi var, tenefüste spor salonunun önüne gelirsen tanışırız."

O dönemde sınıfta en yakın arkadaşım Şükrü'yü yanıma aldım ve tanışmaya spor salonunun önüne gittim. (bu arada Şükrü de evli ve bir çocuk sahibi, bir gün belki bu satırları o da okur. çok selamlar) O da kendi arkadaşlarından birini almış spor salonunun önünde beni bekliyordu. Çok net bir kare hatırlıyorum; arkadaşının arkasından hafifçe kenara eğilmiş bana bakan bir çift sevimli göz ve gülümseyen inanılmaz derecede güzel bir yüz ifadesi. Hayatta şanslı olduğunu hissettiren anlardan biriydi, o berbat okulda bir kızla tanışıyordum, bu kız Afyonlu değildi, benimle aynı dili konuşabiliyordu ve güzeldi. Gerçek ismini kullanmaktan kaçınmayacağım: Nidan. (alışılmadık bir tanışma ve alışılmadık bir isim, galiba bir uzakdoğu sporuna ilişkin bir terim, merak eden araştırsın)

Tanışma faslı bu derece garip olan bir arkadaşlığın sonrası da oldukça farklı gitti. Öylesine garip bir dönemdi ki bu, hiç tahmin edilesi bir ilişkimiz olmadı Nidan ile. Ben ısrarla onu ve bana olan ilgisini görmezden geldiğimi veya gerçekten göremediğimi çok sonraları farketmiştim.

Nidan derslerin bitişinden sonrasında beni kendi sınıfına çağırıyordu hadi biraz konuşalım seninle diye. Burada zaten o saatlerde kimsecikler olmuyordu ve biz de havadan sudan konuşuyorduk. Deprem sonrası bazı psikolojik sorunları olduğunu ve zaten yabancısı olduğu bir çevrede yalnızlığını en iyi benimle paylaştığını bu dönemde farketmiştim ama bu ihtiyacını bir ilişki düzeyine taşıma istekliliğini görmezden gelişimi daha detaylı anlatmam gerekir sanırım.

Biraz ağır gidiyorum ama gerçekten de atlamak istemediğim detaylar var. Zaten on yılın hesabını uzun uzadıya tutmuş değilim, burada da o derece uzun bir yazı dizisi olmayacağının garantisini verebilirim.

Şimdilik devamını bir sonraki yazıya bırakıyorum, yeniden görüşmek üzere...

12 Eylül 2010

Hayatımın on yılı ve bazı kırıntılar...

Bu hikayeyi beni yakından tanıyan pek çok arkadaşım bilir. Galiba kendime örnek teşkil etsin diye karalıyorum buraya, tarihin tekrarını önleyebilmek için veya...

Yıl 1998, liseye başlıyorum. Yer: Afyon. Kelimelerle anlatılamayacak kadar kötü, kendimi sadece derslere verip kurtulmam gerektiğini bir sonraki sene keşfediyorum. Lise 1 den 2ye geçişte hayatımda ilk defa bir kız arkadaş ediniyorum, onda da okuldaki ortaçağ kafalı müdürler yatılı okuyan kız arkadaşımı tehdit edip benden ayırıyorlar. (bahanesi namus, babaları kızlarını okuldaki yetkili merciilere emanet etmiş, ben yatılı olmayan kızlarla ilgilenecekmişim!) düşünmesi çok komik geliyo, bir de yaşadığınızı düşünün.

Hikaye zaten ilk kız arkadaşımla ilgili değil. O şu anda evlenmiş, mutlu mesut hayatına devam ediyor, daha da mutlu olmasını dilerim buradan.

Bu ayrılık hikayesinin geçtiği okul yazıdan da anlamış olacağınız üzere bir kız yatılı bir lise. Anadolu Öğretmen Lisesi. (Merak edenlere, öğretmen lisesinde okudum ama üniversitede öğretmenlik okumadım. Ek puanı bilmemnesi olmasına rağmen okumadım.) Köylü kafalı insanların arasından sıyrıldığım için kendimi başarılı ve şanslı addetmem yersiz olmaz diye tahmin ediyorum.

1998 - 1999 döneminde başladığım lise hayatımın ilk yazında tüm Türkiye'yi derinden sarsan o meşhur depremi yaşıyoruz. Ben yaşamayanlardanım ve bu nedenle kendimi şanslı hissediyorum çünkü o sırada Çeşme'de bir gençlik kampındaydım, sabah uyandığımızda öğrenmiştik bütün ülkenin yerle bir olduğunu...İzmit merkezüslü deprem sonrası benim okuluma da deprem bölgesinde okulları yıkılan pek çok öğrenci kaydırılmış, bu öğrencilerin yatılı olarak eğitim hayatlarına devam etmeleri sağlanmıştı.

Okul hayatı oldukça ağırdı, yanlış hatırlamıyorsam mesai yapar gibi haftada 40 saat derse giriyordum. Benim için sınıfta gün bittiğinde bu yatılı öğrenciler için günün yarısına gelinmiş oluyordu herhalde, çünkü onlar bir de etüdlere giriyorlardı. Lise 2. sınıfa bir ilave de dershane yaşamının başlaması idi, böylece hayatım giderek Afyon'dan kurtulmak üzere derslere sonuna kadar asılmaya başlamak eksenine kayıyordu. Bu arada da bu ilk kız arkadaşımdan ayrılışımın etkilerinden sıyrılmaya çalışıyordum.

Şunu da ilave etmeden geçersem her şey eksik kalacak; ortaokul 2. sınıftan itibaren sert müzikler dinlemeye başlayışım, heavy metal, hardcore, punk, vs gibi pek çok müzik türünde o zamanın EKO TV'sinde Güven Erkin Erkal'ın sunduğu programlarda izlediğim gruplardan etkilenişim sonucunda kendimi Afyon ve onun çevresinden soyutlamam bu hikayenin başlangıcına en önemli etkendir.

Bu nasıl oldu peki? Bir sabah sony walkmen'imle okula girdim. Sırama oturduğumda hiç beklemediğim bir şeyle karşı karşıya kaldım: Sıramın üstüne tükenmez kalemle özenle karalanmış bir KORN yazısı! bunda şaşılacak ne var diyebilirsiniz, çok normal karşılarım. Ama bu kadar köylü tipin arasında hem de Afyon gibi bir yerde o tarihte, hem de gelip de benim sırama böyle bir şeyin yazılmış olması bana çok şaşırtıcı gelmişti. Gün sonunda etüd yapıldığını bildiğim için eski kız arkadaşımın yazdığını sanmıştım ama bizim gibi Lise 2. sınıflar değil, Lise 1ler etüd yapıyormuş, biraz araştırınca öğrendim. Dolayısıyla o yazmış olamazdı.

Yazıdaki bir gariplik, bilenler çok iyi bilir; Korn eğer müzik grubu olan Korn ise R harfi ters yazılır. Benim sırama yazılan ise düz R harfi ile yazılmıştı. Ben o günün sonunda yazının 0sahibinin yine benim sırama oturacağını tahmin ederek o yazının kenarına küçük bir not bıraktım (kimse anlamasın diye de yarım yamalak ingilizcemle ingilizce yazmıştım notumu, okuldaki ingilizce düzeyi berbattı): "who wrote this? Why my desk? Should not the R be reverse?"

Beklediğim gibi bir cevap gelmiş ertesi gün, sıranın üzerinde benim sorularımın karşısında: "Do you know Korn? yes, the r should be reverse. Why do you want to learn who i am?"

Uzatmayayım; bu sorunun üzerine gelip benim sırama korn yazıyor olmasının niyetli bir durum olup olmadığını, çünkü bu grubu benden başka dinleyebileceğini düşündüğüm birisini tanımadığımı, bu nedenle de yazının sahibini öğrenmek istediğime dair bir not yazıp çıktım. Ertesi gün geldiğimde ben de uzun uzun bir cevap beklememe rağmen sıraya küçük bir not düşülmüştü: senin için sıranın altına bir mektup bıraktım, cevabını orada bulacaksın...





Devamı gelecek!

22 Ağustos 2010

İstasyon İnsanları...


Burdalar tesadüfen,
Aynı rüyayı görüp...
Ayrı yerlere giden.

Son bir haftayı nasıl özetlemek lazım: Tipik iş günlerine bu sefer tek vasıtalık bir mesafede bulunan evimden çıkarak başladım. Bu evi kolay benimsedim, söylemiştim sanırım. Eksiklikler var tabi ama yavaş yavaş düzene giriyor işte.

Haftanın son günü sürpriz bir yerdeydim: Sail Amsterdam...Hem de işyerindeki müdürümün teknesiyle. Tekneye kanallardan birinde park halindeyken bindik, bir kaç defa ara versem de eve dönüşüm de tekneyle oldu. Çok ama çok farklı bir gündü. Söyledikleri kadarıyla şanslıymışım çünkü bu etkinlik 5 yılda bir yapılıyormuş.

Etkinlikte de yapılan şey temel olarak binlerce teknenin belli bir rotayı izleyerek yelkenlilerden oluşturulan açık hava müzesini gezmeleri. Bu sırada karadan takip edenler tabi ki bu kocaman yelkenlileri belirli saatler için de olsa gezebiliyorlar.

Etkinlik güzel olmasına güzel ama, Dutch'ları tanıdıkça bazı özelliklerine de gıcık olduğumu belirtmem lazım. Yani Sail Amsterdam'da da her zaman yaptıkları gibi içip içip anırmasalar gözüme eşşekten çok insan kılığında gözükecekler. Bir değil üç değil, pek çok var bu teenage ruhlu öküzcanlardan. İnsan gibi eğlenemiyorlar, illa ki kulak tırmalayacaklar.

Ayrıca başka bir sinir bozucu detay da bu öküzcanların yaya halleri. Kanalda kendi teknelerinin üzerinde böğürüp eğlenirken, düz yolda yürürken de kimsenin kimseyi şeyine takmaması, insanların göre göre üzerinize üzerinize adım atmaları kadar sinir bozucu bir durum olamaz. Yani diyeceksiniz ki çok kalabalıksa olur öyle; ama durum bambaşka. Boş yolda bile umursamazlık had safhada. Bisiklet lastiğimin patladığı ve elimde bisikletle yaya olarak Centraal Station'a yürümek zorunda kaldığım gün bolca karşılaştığım bir hadisedir.

Dutch'lara kızsam da sonuçta onların arasında yaşıyorum, bir şekilde alışırım sanırım.

Haftasonu iki ayrı filme gittim: Aslında ilkini indirip izlemiştim beklemeyi istemediğim için: The Last Airbender 3D (Nesi 3d ise artık!). Film uyarlaması tek kelimeyle berbat. Yani bu kadar baştansavma anlatılamazdı. Animeyi izlediğim için beğenmedim, izlemeseydim bi halt anlamayacaktım herhalde. O derece kötü. 10 üzerinden 1.

İkinci film, The Expendables. Bu da all star action. Amerika "amerikayı yeniden ne keşfedicez, verelim maceranın dibine, koyalım bütün macera filmi aktörlerini bir araya bak bakalım nasıl gişe yapıyoruz" demişler ve de iyi etmişler. Çünkü Hollywood gerçekten bu işi çok iyi kotarıyor. Ben çok eğlendim, bu kadar şiddet sahnesini koskoca salon alkışlar, ıslıklar ve kahkahalar arasında izlemek de ayrıca keyifliydi. Tek sıkıntı hala daha Amerikan aksanı çok muğlak geliyor, anlamadığım çok diyalog var. Altyazılar da Dutch olduğu için listening practice yapmış oluyorum.

Şimdi ütü zamanı, benden şimdilik bu kadar. 1 gün daha yaşlandık.

Selamlar...

15 Ağustos 2010

Sonunda yeni ev...

Bu yazıyı yeni evimden yazıyorum.

Yani bazı şeyler gerçekten kontrol dışı. Amsterdam'da yaşayan arkadaşlarımın hiçbiri benim bulduğum şekilde bir ev bulmamıştır herhalde. Hani çok da önemli değil buluş yöntemi ama arkadaşlarımın tavsiyelerinin hiçbirinin işe yaramaması ve benim oturup Hollanda "sahibinden nokta kom"u bir siteden şu anda içinde bulunduğum evi bulmam garip. 20'nin üzerinde ev bakma sürecinin Amsterdam haritasını öğrenme fırsatı bulmak ve gerçek anlamda bir evden ne gibi şeyler beklemek gerektiğini anlamak bence en işe yarar kısımları. Bundan sonra emlak piyasasını benden sorabilirsiniz :)

Bu arada iki bavul, bir sırt çantası ve bir gitar ile taşınırken hayatımın en kolay taşınmalarından birine imza attığımı da belirtmem lazım. Eşyalı ve her şeyiyle olmasa da (bulaşık ve çamaşır makinelerini kastediyorum) büyük ölçüde hazır bir eve çıkmanın keyfini yaşamış oluyorum.

Ev ile ilgili zaman geçtikçe fikirler de gelişecektir, ilk izlenimim burayı gerçekten çok rahat bir şekilde benimsediğim yönünde. Daha bir hafta bile olmamışken.

Hayat devam ediyor, şu Pazartesi'yi atlatalım gerisi kolay. Yine yazışmak üzere.

25 Temmuz 2010

Hayat...


...sevdiklerinle aynı nefesi alıyorsan anlamlı.

Uzaktayken insanın yakınlarına dair anladığı en önemli hissiyat bu.

Herşeyden önemlisi yakında veya uzakta olmak da değil; istediğin anda görebilmek...

Amsterdam hayatı hala bir ev bulamamış olmanın verdiği huzursuzlukla devam ediyor. Aslında gayet de merkezi sayılabilecek bir noktada bulduğum evi komik bir şekilde istediğim fiyata tutamadım. Komik olan pazarlık konusu olan rakam da değil. Emlakçı evin 1350 euro olduğunu ancak 1250ye tutulabileceğini söylemişti. Adamı ertesi gün aradım ve 1200 verebileceğimi söyledim. Olumsuz bir yanıt aldım, çok da önemli değil bu kısmı.

İşin garip olan kısmı, benim verdiğim fiyata ertesi gün ilan çıkmış olması. Bu gerçekten beni evden soğutan yegane detay. Ben isteyince burnundan kıl aldırmayan emlakçı, benden sonra hemen ertesi gün benim verdiğim fiyata kiralık ilanı çıkarabiliyor. Ne desem bilemedim.

Haftasonunun en önemli etkinliği Cumartesi Zaandvoort diye deniz kenarı bir yerde Beach Party'ye gitmiş olmaktı. Gidişim baya zorlu oldu, Centraal Station denen yer feleğini şaşırtıyor ilk defa kullanıyorsanız. Bir şekilde Haarlem trenine bileti alıp trene atlayana kadar yarım saat geçmiş. (Bu arada istasyonda bir sağa bir sola ATM arayışı da bu süreyi artıran en önemli etmen, ne işim varsa gitmeden para çekmeyi akıl etmemişim) Trenden indikten sonra 84 no'lu otobüsün kalkacağı durağı buldum, 20 dk kadar da burada bekledim. Otobüsle yolculuk, biraz parti girişinde kuyrukta bekleme derken içeriye girebildim.

Dutch'lar garip insanlar; gündüz nasıl havaya giriyorlar bilmiyorum ama içerideki dans müziğine kendini kaptıran ve sonuna kadar da devam eden insanlar vardı. Ben ilk iş olarak şirketten arkadaşlarımı buldum, sonuna kadar da onların çevresinde takıldım. Çoğunu da tanımadığımı belirtmem lazım, ama sonuçta en tanıdık tanımadıklarım onlardı.

Bu arada bu kadar olumlu sayılabilecek bir ortamda bu kadar yaşlının ne işi var dedirtecek kadar çok selülitli abla, kadayıf kıvamında amca gördüm. Yani işin sıkıcı olan boyutu gerçekten yaş ortalamasının çok çok altında kalmaktı. Saat 10 gibiydi, henüz güneş batmamıştı ve biz partiyi terkettik.

Dünün yorgunluğunu bugün attım sayılır, ama bugün de oldukça fazla hareket ettim diyebilirim. Yine Pazar günü bir şehirde hayat olmaması noktasına takılıp kaldığımı belirtmem lazım. Yani burası İzmir'e bu yönden çok benziyor; insanları tatil olduğunda hiçbirşeyi umursamıyor bakıyor keyfine. Yani kaç zamandır bir Albert Cuyp Markt, yok Waterlooplein, yok bilmemne markt görmeye gidiyorum ama ya mesai saatleri bitmiş oluyor ya da böyle pazar gününe denk geliyor. Gelecek hafta önlemimi buna göre alırım diyorum ama bir yandan çok önemli iki konu var bu hafta: ay sonu olduğu için işlerin biraz daha yoğun olması durumu mevcut ve ev bulursam taşınma haftam olacak bu hafta. Dolayısıyla gezi gözlem planları ertelenebilir. Ne olursa olsun, bir gezi "to do" listesi yapmakta fayda var.

Çenem düştü (elim düştü mü demeliyim yoksa), bütün bu geziden sonra iki tane de film izledim: Ratatouille ve The Last Airbender. İlki gayet eğlenceli, farenin yaptığı yemeği yeme fikri garip olsa da iyi vakit geçirtti. Sonrasında da anime serisi olarak ilk ve tek deneyimim olan, Avatar diye film çıkınca "ama bu benim bildiğim Avatar değil kiii" şaşkınlığımın sebebi olan Son Hava Bükücü nün film versiyonu. Anime versiyonunu sonuna kadar izlediğim için bana çok sıkıcı geldi, sanki özensizce yapılmış bir ev ödevi gibi hissettirdi. Abim beğenmiş, galiba bu film versiyonu beğenmek için seriye hiç bulaşmamış olmak gerekirdi.

Çenemi toparlamam ve yarın erken kalkış için yatağa doğru gitmem gerekiyor. Şimdilik kendinize iyi bakın, yine görüşürüz.

18 Temmuz 2010

Dünya dönüyor.

...ve döndükçe içindekiler değişiyor. En son yazıyı sanal dünyaya attığımda "anlatacağım en kısa zamanda" yazmışım. En kısa zaman bu kadar uzun sürdüğüne göre anlatacak pek çok şey olmalı değil mi?

Nisan'dan bu yana değişenler neler mi? Şöyle bir göz atalım:

1- Ülke: Türkiye --> Hollanda
2- Şehir: İstanbul --> Amsterdam
3- İş: Denetim --> Bankacılık

O arada herhalde görüşmeleri anlatacağımı belirtmeye çalışmışım çünkü gerçekten Nisan ayı ve sonrası kabus gibi bir yoğunlukta geçti. Sonuçta Haziran ayının başında işi bıraktım, Temmuz başında Amsterdam'da çalışmak üzere hazırlıklarımı yapmaya koyuldum. Bir yandan 1 ay gibi uzun sayılabilecek bir süre tatil yapma fırsatı buldum.

Büyük konuşmamak lazım gerçekten de. Ömrümün sonuna kadar İstanbul'da yaşamak istediğimi söylüyorum halen, ama beni mutlu edecek bir iş sahibi olup İstanbul'da tutunabilmek için öncelikle bu yola girmem gerektiğini düşündüğüm için buradayım. Etiketler dünyasında 30 yaşın altında 2 yıldan fazlası yurtdışında olmak üzere 5 yıl üzeri deneyimli, askerlik problemi olmayan birinin oldukça kapıyı açabiliyor olması gerektiği varsayımının gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini ise zaman gösterecek.

2 haftalık izlenimlerimi yazmam lazım Amsterdam hakkında: tarih dolu ve keşfedilmeyi bekleyen bir şehir burası. Henüz geldiğim gece dışarı çıkıp havasını soluma fırsatı buldum. Gecenin bir saatinde kaç tane bisikletli insanı görüp şaşkınlığa düştüğümü anımsarım hala. Şimdi ben de o bisikletliler dünyasında yerimi almış durumdayım. İhtiyaçları tamamlamaya başladım, yani bir NL cep telefonu numaram, oturma ve çalışma iznim, bir banka hesabım ve kartım vs vs...Bir de acil olmasa da kendime bir ev bulmam gerekiyor.

Amsterdam'ın en kıt olduğu konu bu olsa gerek: şehir merkezinde oturmak bu kadar pahalı ve çileli olmamalı. Bilmediğim şehirde merkezde değil de dışarıda oturmak için çok makul sebeplerin olması lazım. Bilmiyorum işte şimdilik arayıştayım.

Dünya dönüyor ve hayat değişiyor. Bir sonraki değişikliğin nihai olmasını umuyorum. Ne demiş Pavement: "...I wanna range life, if I could settle down..."

Devamı gelecek...

13 Nisan 2010

MGMT

MGMT dinleyin dinletin...mutlaka!

Bugün bahanem var, erken kalkacağım ama sonra buraya olan bitenleri yazmamam için hiç bir bahanem kalmayacak.

Sevgilerle...

02 Mart 2010

Selami Şahin @ Metro


Bugün akşam da Taksim'den metroya bindim. Genellikle eve dönüş hattım Beşiktaş-Taksim, Taksim-Mecidiyeköy, Mecidiyeköy-Göktürk şeklinde oluşuyor. Bu hattın ortası metro tabi ki, akşam trafiğinden kaçış için birebir.

Aynı saatlerde kullanmama rağmen bazı günler öyle kalabalık oluyor ki metro, nefes alacak alan bile kalmıyor. Bu yoğunluk değişimlerinin nedenini bilmiyorum, her gün farklı bir prime-time var demek ki toplu taşımada.

Dün akşam metro o denli kalabalıktı ki daha Taksim'de tıklım tıklım doldu. Bir sonraki durak Osmanbey'de binenler tek kelimeyle canlı winrar şov yapmaya kadar götürünce işi vatandaşın birisi çileden çıktı: "bir kere daha ittiren olursa ben de onu geri ittireceğim". Başka birisi bunu üstüne alındı ve m.köye kadar laf dalaşına tutuştular. Halleri çok komik oluyor birbiriyle boş boş tartışan, birbirine diklenen iki tipin. Birinin diğerine çeşitli yollarla üstünlük kurma çabası adeta çiçek abbas filminin canlı versiyonu gibi... biri diyor: "yaaa sus akşam akşam çarpacam ağzının ortasına...", diğeri de bunun üstüne yapıştırıveriyor cevabı: "elektrik misin, neyi çarpıyorsun". :)

Dün bu denli kalabalık olan metro, bugün süt liman... sanırsınız insanlar dünkü olay nedeniyle kaçmış metrodan. Neyse hiç acele etmeden oturacak yer buluyorsanız o metro gerçekten tenha demektir.

Bu akşam hiç farkında değilim, Selami Şahin ile aynı vagona atlamışım. Adını anımsayamadım ilk başta, ama yüz bir yerden tanıdık geliyor. O da insanların yüzüne bakıyor sürekli, sanırım şarkıcıların nerede olurlarsa olsun herkes tarafından tanınmak gibi bir kaygıları var. Hemen yanımda oturan orta yaşlı birisi ile selamlaştılar. Karşı taraftan da genç bir eleman ve yanındaki kız arkadaşı ile biraz sohbet etti, beğenerek izliyoruz saygılar kıvamında tepkiler aldı. Metrodan aynı durakta inince elemana sordum, adını ben anımsayamadım kimdi bu yüzü çok tanıdık filan diye... Meğerse o çocuk da anımsayamamış, sadece kimse selam verip konuşmayınca üzülmüşler, o yüzden konuşmuşlar. Adı Selahattin miydi, haa Selami... Selami Şahin :) Bu şekilde hatırlayabildik ismini...

Benim hiç ilgi alanımda olan birisi değil Selami Şahin ama mütevazi tavrı nedense çok sempatik geldi. Sanırım ünlü insanların da insan olduğunu unutuyoruz bazen, ya da tamamen unutturuluyor. Selami amca, selamlarımla...

28 Şubat 2010

Emptiness is filling me...

Pazar günleri bana haftanın en boş günü olarak gelir. Yıllardır değişmez bu hissiyat. Ertesi günü doldurabilme telaşı, bir yandan da önceki günden üzerinize çöken yorgunluk sizi iki uçtan gerer, bir cumartesi gecesi çekiştirir bir pazartesi... Pazartesi için yapılacak ütü, yıkanacak ve asılacak çamaşırlar varken cumartesiden kalan dağınıklık (misal bira şişeleri) ile o günün yorgunluğu bir aradadır. Bu üşengeçlik ve gerilim yüzünden hiç bir şey çekici gelmez, sağa sola kıpırdamak istemez insan. Pazar günlerinden nefret ederim...

Fenerbahçe beni ve sevenlerini üzmeye devam ediyor. Maç hakkında yapılabilecek her türlü yorumu blogidmanyurdu'ndan takip ediyorum ama yine de maç hakkındaki izlenimlerimi sıralamak istiyorum:
-İlki, galiba kaç haftadır sadece mücadele ederek maç kazanamadığını gören futbolcular bu hafta mücadele etmeden kazanmayı denedi.
-İkincisi, Selçuk Şahin denen köftecinin artık ticaret hayatına konsantre olması ve Fenerbahçe'yi batırmaktan vazgeçmesi gerekiyor, salıverin bu adamı nereye giderse defolsun gitsin. Kendisini seven bir tane Fenerbahçe taraftarı varsa bana söyleyin allahaşkına yahu...
-Üçüncüsü ise Deniz Barış'ı yuhlayan taraftarlara yuh demek istiyorum: adam joker gibi nereye koyarsanız oynamaya ve elinden geleni yapmaya çalışıyor. Yetenekleri ilk 11'de oynamak için yeterli olan birisi değil sadece. Sakatlıklar nedeniyle mecburen oynuyor bu adam.

Fenerbahçe bizi üzmeye devam ediyor...

Futbol bir kenara bu haftasonu Kuzenim nihayet İstanbul'a geldi, yarın bir sinema prodüksiyon şirketinde çalışmaya başlıyor.İlk işinde şans onun yanında olsun, umarım istediği gibi bir hayat kurabilir.

Benim hayatımda da iş konusunda bazı değişiklikler olursa çok mutlu olacağımı hissediyorum, en azından hayata dair kaybolan heyecanıma bir çare olabilir. Bu aralar en edilgen modlardayım, sanırım kendime çekidüzen vermem lazım.

Ya da bu hissiyat tamamen Pazar günü ve Fenerbahçe'nin durumu ile ilgilidir...

Görüşmek üzere


20 Şubat 2010

Garip hafta, güzel haftasonu...


14 Şubat'ta bro' ile Recep İvedik 3'ü izledik. Gidip gülmek ve hayatı biraz unutmak lazım, önyargıları boşverin. Gitmediyseniz özellikle ruh halinizin negatif olduğu bir gün gidin o filme.

Pazar gününün ardından haftaya müdür terörü ile başladım. Soru sorarken insanlar cevap alabilmek için "es" koyarlar. Bu kadın beş soru ile karşımda. Ben beş soruya cevap ararken arkadan 3 tane daha geliyor. Ve devam ediyor böyle. Pazartesi gününü adeta kişisel deprem ile geçiriyorum, akşam saatlerini zor ediyorum.

Akşam saatlerinin gelmesini beklerken bir arkadaşım arıyor. Bana iki haberi var, birincisi Ankara'da bir firma ile iş görüşmesine gideceğini müjdeliyor. İkincisi de eşi ile Ankara'da bulunacağı sürede canları ciğerleri kedilerini emanet edecekleri güvenli ve sıcak bir yuva aradıklarını ve aklına ilk benim geldiğimi söylüyor. Hemen bir organizasyon ile eve 1 haftalık bir iran kedisi misafir oluyor.

Eve geldiğimde 1 haftalık kedi demosu kızımız etrafı koklamak ve evi tanımakla meşgul. Ama belirtmeliyim, dünyanın en uslu ve tatlı bakışlı kedisi. Hiç sırtüstü uyuyan kedi gördünüz mü? Ya göbüşünü okşatmaktan keyif duyan? Direkt eve neşe kattı kızcağız gelir gelmez.

Gece saat takribi 5 civarı miyav miyav seslerle uyandırdı bizi. bütün bir hafta boyunca yaptı aslında bunu. Son günlerinde alışmış gibiydik ama yine de zaten erken uyandığın bir hafta uykudan miyav sesleri nedeniyle feragat etmek zor geliyor. Bu tip küçük sıkıntılarla evde buna benzer bir canlı besleme sorumluluğu almanın çok da kolay olmadığını anladık. Adeta küçük bir bebek gibi ilgilenmek gerekiyormuş.

Bugün de öğleden sonra arkadaşımın evine götürüp bıraktık kızımızı. Ayrılmak kolay değildi, çok alışmıştık ona. Evlerinden ayrılırken bi öpücük konduruverdim başına.

Sonrasında Taksim'e gittik. UEFA - Only a Game? sergisini gezdik. Çıkıp o güzelim Harbiye dürümden yedik abimle (merak edin bunu çünkü gerçekten inanılmaz bir lezzet, İstiklal Caddesi'ndeki ilk Mc Donald's'ın köşesinde başlayan sokağa dalıyorsunuz. ilk ara caddeyi geçince sanırım üçüncü veya dördüncü binanın en üst katına çıkıyorsunuz. harbiye dürüm söyleyip üstüne bir de parmaklarınızı yiyorsunuz. bunu yaptığınıza pişman olmayacağınızı garanti ederim).

Dürüm sonrası şiştiğimizi farkedip biraz rahatlamak amacıyla Tünel'e kadar yürüdük. Bir arkadaş daha katılınca aramıza kendimizi Galata köprüsünde bulduk, çay içip manzaranın keyfine vardık.

Dönüşte Nevizade - Sanat Cafe'de 8 kişi buluştuk ve oradan ayrılıp karaoke bar geyiklerine girdik. Gecenin ilerleyen saatlerinde pek fazla kimse kalmayınca da geri döndük eve.

Yarın dinlenme ve ev işleri günü. Hayatımıza renk kattığı için kedi kızımıza ve bugün için İstanbul'a teşekkürler...

14 Şubat 2010

Bazı şeyler...

Bugün Pazar. 2 haftadan sonra yeniden İstanbul'dayım. (İstanbul geçen bir cümlede "ben" geçiyorsam ne mutlu bana.)

İki haftamı şehir dışında geçirdim. Kaplumbağa misali bavulumla doğal gazı ve evdeki muslukları kapatıp evin kapısına kilit vuralı iki hafta geçmiş.

Hava alanında saatin gelmesini beklerken önceki gün aldığım kitaplardan ince olanını okuma fırsatı bulabildim: "Yiğit Okur - Sıfırlamak". Yıllara direnen bir muhasebecinin 30 yıldır çalıştığı fabrikanın patron öldükten sonra patronun oğluna kalması; oğlanın fabrikayı çağa uydurmak için eski düzeni değiştirmesi; muhasebecinin bu yeni düzene ayak uyduramaması nedeniyle işten ayrılması; daha sonra evinde yıllardır birikmiş eşyalarla, alt kattaki kiracı kadın ile olan komik ilişkisi vb. İlgi çekici durmuyor böyle anlatınca, ama gerçekten başarılı. Tavsiyemdir.

Neyse...İlk hafta İzmir'de bir şirkette çalıştık. Muhabbetini çok sevdiğim iş arkadaşlarım ile birlikte geçen bu hafta bana oldukça keyif verdi. Aynı zamanda hayata dair sorgulamalar da devam etti. Hayatı "sıfırlamak" gerektiğini ama nereden başlayacağımızı bilemediğimizi uzun uzun konuştuk. Gerçekten mutlu olan çok az kişi var benimle beraber burada çalışan.

Cuma günü akşamı haftasonunu kuzenimle geçirmek üzere İzmir'e döndüm. İlginç olanı bir yıl önce evimin olduğu şehre artık misafir olarak geliyor olma hissi. Yaşamayan bilemez. Zamanın izleri öylesine canlıydı ki. Arabayla diğer arkadaşları Bornova ve Buca'ya bıraktığımızda her şey Assassin's Creed'deki kuleye tırmanıp etrafı gözetlemeye başladığınızda çalmaya başlayan o garip müziğin eşliğindeki birer flashback'e dönüşüverdi. Eski evimin ve Bornova meydanının yanından geçerken özellikle hissettim bunu. Yine de tam zamanında ayrıldığım için mutlu olduğumu da farkettim, sıcak bir yabancılama hissinden sonra nihayet kuzenimin evine ayak basabildim.

Kuzenim de yıllar sonra pek de sevmediği bir bölümden mezun oldu. Ben evine ayak bastığımda son dersi de geçtiğini öğrendiği gün olduğundan Alsancak'ta küçük bir kutlama yaptık. Onun adına sevinçliyim, yakın zamanda da İstanbul'a geleceği ve burada çalışmaya başlayacağı için ayrıca kendi adıma da sevinçliyim. Ailem içinde muhabbetini daima arayacağım ender insanlardan birinin yanıbaşımda olacağını bilmek güzel. Umarım buradaki işinde de başarılı olur.

İzmir'den Bursa'ya geçtiğimde her şey yabancılaşıverdi. Bursa'daki iş saçma, şehir saçma, ekip daha da saçmaydı. Hele haftanın son iki günü müdürüm eşliğinde kabus gibi geçince iyiden iyiye artık işten sıkıldığımı ve İstanbul'u çok özlediğimi farkettim. Dönüş yolunda haftasonu çalışmam gerektiğini öğrenince sinirimden söylenip durdum. Cumartesi günü evden çalıştım, internet sağolsun. Olmasa çalıştığım süre ancak işyerine gidiş - dönüşüme yetecekti.

Aynı günün gecesi bir arkadaşımla konuşurken farkettim ki işi nedeniyle bir insanın tatmin olması öyle kolay değil. Herkes geleceğini sağlama almak için belli sıkıntılara katlanıyor. Kendi açımdan üniversitedeki hayatımla artık karşılaştırma yapmamam gerektiğini görebiliyorum. Üniversitedeki sosyal hayat ve kaygısızlığı çok arıyorum ama konuştuğum arkadaşım hala benim mezun olduğum okulda olduğunu ve hiç birşeyin eskisi gibi olmadığını söyleyince daha sağlıklı düşünebildim sanırım.

Yine de arayış önemli ve var olan ile yetinmek bana göre değil. Bu haftanın bana iyi şeyler getirmesini diliyorum. Bunu okuyanlara da iyi şeyler getirsin.

Yeniden ve daha mutlu bir şekilde görüşmek üzere


Powered By Blogger

İzleyiciler